Depremler uzak bir haber gibi. Kara, zifiri çoğu zaman dumanlı, beton rengi. Hep uzaktan duymaya alışığız. Çünkü yakınında duyulacak bir şey yoktur. Ansızındır. Emri vakidir. Tedirginlik, korku, panik, anne, baba, evlat, yıkım, ölüm.

1999 Düzce depremini yaşamış bir çocuğun, televizyon manşetlerinde, gazete kupürlerinde duyacağı, öğreneceği bir şey yoktur. Çünkü insan, belleğinin en derinlerinde, en karanlık dehlizlerinde taşır bütün havadisleri. O yüzden her adım atışında tedirgindir, ürkektir.

Bu metni yazmayı ilk düşündüğümde 1. derece deprem alanı olarak ilan edilen, üzerine olumsuz istatistikler verilen Küçükçekmece’deydim. Satırların devamı tevafuk ki bir iş icabı gittiğim Avcılar’da belirdi. Deprem yönetmeliği, kentsel dönüşüm, sığınak, toplanma alanı. Hep, her zaman, her halükarda önümüzdedir çoğu zaman.

Depremin Türkiye’deki tarihini, yer bilimciler binlerce yıl evvele dayandırır. Yazı öncesi dönemde çokça hezimet, acı vardır. Kâğıda dokunulduğundan beri memleketimde depremlerin kaydı tutulmuş; bu depremlerin ölümlü, ölümsüz birçok argümanıyla alan yazında, arşivlerde mevcudiyetini korur.

Depremler, yer kürenin sorunu, bir takıntılı davranışı, garip bir kendini hatırlatma biçimi. 1939 tarihli Büyük Erzincan Depremi’nde 32.968 kadar insan öldü. 1999 Gölcük depreminde 18.373 kadar… 6 Şubat tarihli Kahraman Maraş merkezli depremlerde can kaybı henüz belirlenemedi. Haberlerde beliren bir manşet: “275 gün sonra enkazdan, kimliği belirlenemeyen bir ceset çıkarıldı.” Daha henüz cenaze sayısını bile bilemediğimiz, ağrıların dinmediği, sayıların yetişemediği günlerdeyiz.

İstatistik biliminin anlayamadığı, dokunamadığı yerler de var. Merhumların ardında bıraktıkları… İman edenler için Mevlana’nın usulüyle “Şeb-i Arus”. Velhasıl Rabbimizin yanına intikal ettiler. Peki arkada kalanlar? Asıl trajedi burada başlıyor. Her bir şehrin taziye evi olduğu, yasların bitmediği, isyanın ve teslimiyetin iç içe girifleştiği bir iklimdeyiz. Şair Zarifoğlu diyor ya: “Ne çok acı var.” Sehl-i mümteni sanatının naciz bir dizesidir. Acılar nar tanesi gibi, kopuk bir tesbihin taneleri gibi dökülmüştür memleketimin üzerine. Öğrenci yurtları, hastahaneler, oteller, prefabrik evler. Nakil öğrenciler, süreğen travmalar, izi kalan yaralar..

Ne çok acı var.” demişti Zarifoğlu, acılar bin bir türlü. Filistin’de 30 bin insan öldü. Yarıdan fazlası çocuk ve kadın. Dünyanın uru, kanseri İsrail. Kırgın, dargın olduğumuz, adından rahatsız olduğumuz zelzele kavramından da beter acılara gark etti dünyayı. Dünyanın göbeğinde, Gazze merkezli bir deprem yarattı. Bir deprem de Gazze’de…

Merhum Mehmet Akif İnan, “Şehir Gazeli” şiirinde, İnsanoğlunun çarpıklığını “deprem” metaforuyla açıklar: “Ey deprem gel yetiş bu şehirlerin / Doğayı çarptıran konumlarına” Müslümanların acılarını ne güzel ifade etmiş şair.

Depremin her saniyesi korkunç bir yıl gibi. Saniyeler uzadıkça ömründen ömür gider. Deprem anını geçip yalnızca anlattığımızda, deftere harfleri kondurdukça iki depremin toplamı kadar, 110 saniye gidiyor canımdan. Her harf 110 saniye. Her gözyaşı 110 saniye.

Biz inananlar, doğal afetlerde vefat edenlerin de şehit olduğuna iman ederiz. Birinci yılını tamamladığımız bu acının, asırlar boyu coğrafyanın belleğinde yer bulacağı aşikâr… Bunca şehidimize Rabbimden rahmet, kalanlara ise metanet dilerim.

Semâya yükselmenin farklı yollarının da olduğunu hatırda tutmak gerekir. Dikey mimariden, yolsuz müteahhitlerden, kanun dışılıktan, toprakla olan savaşımızdan vazgeçtiğimiz güzel günleri görmek temennisiyle.

Bir kader, bir yazgı, bir kabullenişle sonlandırıyorum cümlelerimi.

Maraş’a, Malatya’ya, Adıyaman’a ve Hatay’a bıraktık kalbimizi…

İstanbul’da ise aklımızı…